27 Mayıs 2015 Çarşamba

5 Mayıs 2015 Salı

Türkiye'deki Eğitim Anlayışı: Kurbanların Kurbanlarıyız


Bir eğitim - öğretim yılının daha sonuna yaklaşıyoruz. Özel okulların bir çoğu kayıt yenilemekle ve yeni kayıt almakla, velilerin bir çoğu da okula yeni başlayacak çocukları için okul aramakla meşguller. Hepsinin gönlünden geçen, iyi bir okula çocuklarını yazdırabilmek. Peki iyi bir okul nedir?

İsmi olan? İyi bir kampüsü olan? TEOG’ a yönelik ders anlatan ve tam puan yapmalarını sağlayan? İyi bir üniversiteye  yerleştiren? Yabancı dili ana dili gibi veren? Sosyal etkinlikleri ile ön planda olan? Disiplinli? Öğrenci merkezli? Öğretmen merkezli? Teknolojiyi sınıflarına taşıyan? Çoklu zeka kuramıyla eğiten? Her çocuğun farklı olduğundan dem vuran?  Yetenekleri ve ilgi alanları doğrultusunda çocuklar yetiştiren? Ya da bunların bir kaç tanesini yerine getiren?

Öncelikle, Türkiye’deki eğitim sisteminin Bloom’un bilişsel alandaki öğrenme taksonomisinin ilk üç basamağı kapsadığını söylemekle söze başlamak gerekir. Nedir bu üç basamak? Bilgi, kavrama ve uygulama.  Bilgi ve kavrama düzeyinde kalan bilgiler unutulmaya mahkumdur! Uygulama ne kadar sık tekrarlanırsa akılda kalma olasılığı o kadar fazladır. Ancak öğrenmenin tam olarak gerçekleşmesi için yeterli değildir. Diğer üç basamağa ihtiyaç vardır ki bunlar; analiz, sentez ve değerlendirmedir. Üniversiteye gelen genç bireyler, işte bu basamaklara ilk-orta ve lise öğrenimleri boyunca erişemediklerinden, üniversite eğitimleri boyunca zorluk yaşarlar. Türk eğitim tarihinde bu basamaklarının hepsinin üniversite eğitimine kadar uygulandığı ve öğrenmenin tam anlamıyla gerçekleştiği bir dönem olmuş mudur? Evet!  Köy Enstitülerinde bu basamakların hepsi başarıyla uygulanmıştır.Bu gün uygulanmakta mıdır? Hayır.

Peki bugünkü eğitim sistemi ne üzerine inşa edilmiştir? Eleme. Çocukların yaratıcılığı, farklılığı, çeşitliliği eğitimcilerin ve okulların büyük bir bölümünün pek de umurunda değildir. Başarının ölçütü test şeklinde düzenlenmiş sınavlar ve bu sınavlarda çelişiklerin elenmesi üzerinedir. TEOG odaklı eğitimde öğrencinin başarısı okulun başarısıdır. Okulun başarısı daha fazla öğrencinin o okulu tercih sebebidir.Bu yüzden de okullar birbirleriyle rekabet halindedirler. Son senelerde TEOG’ta tam puan yapan öğrencilerin sayısında patlama görülmektedir. Çünkü 14 yaşında, bugün çocuk dediğimiz ilk gençlik yıllarında olan bireyler bırakın çocukluklarını,  ilk gençliklerini bile yaşamamaktadırlar. Başlarını test kitaplarından kaldıramamakta, gündelik hayatta kendilerine yöneltilen sorularda bile şık aramaktadırlar. Peki TEOG sınavında tam puan yapmak, iyi bir okula yerleşmenin garantisi midir? Hayır. Bu sefer de tercih önceliği, sırasıyla 8, 7 ve 6. sınıflardaki yıl sonu başarı puanı yüksekliği, ve özürsüz devamsız gün sayısının azlığı dikkate alınarak yerleştirme yapılmaktadır.Diğer bir değişle, bitmek bilmeyen bir eleme sisteminden çocuklar geçirilmektedir.

Peki böyle bir sistem içerisinde yer alan okullarda sizce çocukların psikomotor alanlarını yeterince destekleyen programlar bulmanız mümkün müdür? Özel okulların fiziksel şartlarına baktığınızda, yüzme havuzları, basketbol sahaları, tenis kortları, sanatsal etkinlikler için hazırlanmış renkli odaları elbette göze ilk çarpanlardır. Devlet okullarından, özel okulları temelde ayıran farklılıkların da başında gelir tüm bunlar. Ancak ilerleyen sınıflarda, öğrencilerin haftalık ders programlarından sosyal etkinlik saatlerinin birbir nasıl da  kaldırıldıklarına, bunların yerine bilişsel alanı destekleyen derslerin konulduğuna şahit olursunuz. Sosyal faaliyetleri gerçekleştirecek alanlara sahip olan ama eğitim öğretim yılı boyunca  in cin top oynanan bu alanlar, nedense yazın gelmesiyle birlikte birden bire hareketlenirler. Yaz okulu programları ailelere  ulaştırılır. Bu programlarda bütün kış boyunca hareketsiz kalan, sanattan, yaratıcılıktan uzak tutulan öğrenciler için çok cazip bir fiyatlara( !) bütün olanaklar ailelerin ve çocukların ayakları altına sunulur. Oysa ki öğrenme sadece bilişsel alandan ibaret değildir.

Okullarla görüşmeye gittiğinizde elinize tutuşturulan kataloglara baktığınızda her çocuğun nasıl da birbirinden farklı olduğundan, bireyselleştirilmiş eğitimden, çoklu zeka kuramından bahseden büyük büyük laflar görürsünüz. Evet, tüm bunlar dünyanın bir yerlerinde uygulanmaktadır.Evet, her çocuk özeldir ve her çocuğun öğrenme biçimi bir diğerinden farklıdır. Kimi işitseldir, kimi görsel, kimi kinestetik, kimi sözel, kimi matematiksel, kimi doğasal, kimi içsel, kimi de sosyaldir. Çocuğun hangi alanının daha baskın olduğunun belirlenmesi ve diğer alanlarının da baskın olduğu alan kadar beslenmesi elbette çok önemlidir. Ancak bu kuramlar ve eğitimde öne sürülen yeni öğrenme modellerinin ne kadarının okullarda uygulanabilir olduğu tartışmaya açıktır. Bu eğitim modellerini birebir uygulayan, öğrenciyi merkez alan, bireyselleştirilmiş öğrenme modellerini velilere sunan okullar, dayatılan bu TEOG modelinin dışında mıdırlar? Hayır. Standartlaşmış bir eğitim modeli, geleceğin standart bireylerini yetiştirmek için bu kadar çaba sarf ederken,bireyselleştirilmiş eğitimden ya da çocukların farklılıklarını göz önüne alan bir eğitim modelinden bahsetmek hatta öyle olduğunu iddia etmek gerçekçi midir? Hayır.

Gelelim ikinci dilin ana dil gibi öğretilmesine... Anaokulundan beri öğretilmeye çalışılan ama üniversite yıllarına gelinmesine rağmen öğrencinin öğrenemediği bir ikinci dil vardır. Kimi okullar buna" yabancı" dil de derler ki "yabancı" demeleri bile bu dili öğrenilmesinde en büyük engeldir öğrenciye.Okulların bir çoğu ikinci dili, anadil gibi verdiklerini iddia ederler. Oysa anadili çocuk, önce dinleyerek ardından konuşarak, okuma-yazma öğrendiğinde okuyarak ve yazarak öğrenir. Bizde ise öğretmenler kendilerine zamanında öğretilen yabancı dil öğretim yaklaşımlarının bir türlü dışına çıkamamakta ve dilbilgisi ağırlıklı yaklaşımları öğrencilere sunmaktadırlar. Dolayısıyla ikinci dilde kusursuz bir dilbilgisine sahip olmak, dil öğrenmenin ana unsuru olarak kabul görür bir hal almaktadır. Oysa amaç kusursuz yazmak ya da konuşmak değil, öğrencinin akıcı bir şekilde başka bir dilde kendini ifade etmesidir. Bu da beraberinde öğretimin öğrenci merkezli olarak yapılmasını, ders malzemelerinin, öğretim ortamının ve aktivitelerin özel olarak öğrenci odaklı üretilmesini gerektirir. Bu materyallerin hedef dilin kültürünü yansıtacak ve günlük yaşamda işlevsel olacak şekilde üretilmesine özen gösterilmesi gerekir. Öğretmenin sınıf içerisindeki rolü, bilgiyi aktarıcıdan ziyade, öğrencilerin dil öğretim amaçlarına uygun bir şekilde birbirleriyle iletişim kurmalarında yönlendirici olmasıdır. (Demirel, 2010: 51) Okulların büyük bir çoğunluğuna, hangi yaklaşımı kullanarak ikinci dili öğretiyorsunuz? diye sorduğunuzda yukarıda bahsedilen iletişimsel yaklaşım cevabını almanız büyük bir olasılıktır. Ancak uygulamalara baktığınızda bunun pek de böyle olmadığını, seneler geçtiği halde bir türlü kendini ikinci dilde ifade edemeyen çocuklarımızda görürüz.

Ken Robinson'ın da dediği gibi" insanın gelişmesi mekanik değil, organiktir". Dolayısıyla, aileler daha doğmamış çocuklarının eğitimleri için ileride okumalarını istedikleri okullara şimdiden para yatırırarak çocuklarının geleceklerini güvence altına almaları fikrinden (ki böyle okullar mevcuttur) ya da anaokullarına çocuklarını mülakatla alan okullardan bir an önce vazgeçmelidirler. Çünkü mesele hangi okul değildir? Eğitim sisteminin bizzat kendisidir!

4 Mayıs 2015 Pazartesi

"Eşyanın Tabiatı": Önyargısız İnfaz

"Eşyanın Tabiatı": Önyargısız İnfaz: "Başarı" hakkında düşünüyorum bir zamandır...  Başarı nedir? Nasıl ölçülür?   Bir insanın hayatta ne kadar başarılı o...